14 Şubat 2012 Salı

Hastalığım: İskelet ordusu


Uzun zamandan beri çektiğim bu rahatsızlık gitgide azıyor.
Peşimde, vahşi mırıltılar çıkaran, yine o kör, topal, yaralı, sakat iskeletler ordusu.
Yürürken aklımdan geçirdiğim; kırık camlı pencerelerinden, sarmaşıklar, dikenler, ısırganlar ve eğri büğrü mezar taşları görünen viran bir oda. Hiçbir şey yemiyorum, sanki sadece çay ve sigara beni yarım yamalak da olsa ayakta tutabilen. Gözlerime sonradan yerleşen bu biraz çılgın ifadenin sebebiyse yalnızca alkol olmalı. Kendini bırakmış, kontrolden çıkmış ve dürtülerine yenilmiş o güruh,  sığınaklarını beynimin en ücra köşesine kurmuş. İşsiz ve korku dolu yüzler barındıran, nereye baksam parçalanıp dağılan bir şeyler gördüğüm bir çevreyle daha fazlasını düşünmem mümkün olamazdı. (Düşe kalka çamurlara batmak, karanlıkta yol aramak, korka korka kapısını çaldıklarınızın iskelet ordusunun bir üyesi olduğunu farketmek, çile doldurulan günler ve geceler geçirmek.. Ne kadar arabesk, ne kadar güçsüz, nasıl da umutsuz bir tablo.) Durum acil, ama ne fayda. En garibi de zaman geçtikçe yolların daralması, kumların balçığa dönüşmesi. Geleceğin kubbeleri sis perdeleriyle gizleniyor ama ana fikri algılamak için tüm resmi görmeye de lüzüm yok zaten.

Not: Bugün çok umutsuzum ve karamsar..

Nilgün

13 Şubat 2012 Pazartesi

Ben zaten..




















Geç kaldım, biliyorum.
(Varlıklar her zaman kaçar mı elimizden; yoksa biz mi tutamayız onları?)

Büyük saldırı için alanın uygun olmasını bekledim.
Ben zaten hep beklerim.
(Yazgıcılık mı bu?)

Sadece insanlar değil, artık ilkeler de yalnızmış.
Ben zaten hep ilkelerime inandım.
(Romantizm mi bu?)

Görüntüler silinmiş, belleğin dipsiz kuyusunda.
Ben zaten hep yok sayardım.
(Avunmak mı bu?)

Sen gitmişsin, sonra diğerleri ve bize ait olanlar..
Ayinlerim olmuş arınmak için, umut dolu.
Ben zaten hep umut ederim.
(Şarlatanlık bu!)

İyisi mi sen uzak dur,
Yok say olabildiğince, benim gibi,
Ayaklar altında çiğnenmeyişimiz olsun mükafatımız
Ben geceleri, sen günleri yakma belkilerle,
Ki gelsem bile,

Ben zaten hep geç kalırım.

Nilgün

serkeş

düşler kırılıyor gözlerimin içinde

            şimdi ileri bakma zamanı
derin bir nefes al
                suçlu muyum

          yalnız ve serkeş..
 meşhum bir salgının içinde
                 başkaldırıyorum

          biz savaş tutsağıyken
                    gerçek muzaffer sadece mağlup
  yıldırıcılığın öldürücülüğünde bile
             bundan fazlası var diyorlar


nilgün

9 Şubat 2012 Perşembe

Monolog
















-Başka türlü davranmamı beklemezdim.
+Bir şeyler hissetmiş olmalısın.
-Elbette. Ama göstermedim.
+Hiç mi? Bütün bu olanlar çok saçma. Birinin sana değer vermesi...
-Başka bir çağda yaşıyorum.
+Ben de aynı şeyi söylüyorum. Sana pek bir yararı yok. Rol yapmak bile tepki vermek demektir. Bir oyuncu olsaydın ve yönetmen sana ‘tepki verme’ deseydi; ilginç bir karakter yaratman çok zor olurdu. Kendini evet ya da hayır diyen bir kukla bile zannedebilirdin.
-Zor olurdu ama biliyorsun bu zaten oldu. Tepki vermeyerek ilginç ‘bir kaç’ karakter yaratabilen tek kişi bile olmam mümkün.
+En başında, ne kadar heyecanlıydın, hatırlasana. Etrafına yaydığın o sevinç.. Küçük çocuklar sana bayılırdı. Hepsinden daha küçük olurdun onlarlayken. Suç ortakları olman nasıl da hoşlarına giderdi.
-İşte bu, şu an sadece hayalini kurabildiğim türden bir yaşam biçimi. Hem o kadar sade, hem de o kadar şatafatlı ki.. Ben mutluluk diye buna derim!
+Neyse.. Hala kendinin farkında değilsin; hiç değişmemişsin ve sanırım değişmeyeceksin..
-Değişim kaçınılmazdır.
+Nesin sen, Leydi Jemima mı?
-Hayır, sadece savruk.


Nilgün

8 Şubat 2012 Çarşamba

Ne yapıyoruz















Maskaralıkla kahramanlık arasındaki ince çizgideymiş, kaplumbağa hızındaki aksak duygularım. 
Ben zaten ansızın diz çöküp, bir an sonra kafa uçuran aklımdan davacıyım. 
Anılarım çiçek bahçesinde gezinen çocuk değil ki şimdi, sadece tozlu çatı katındaki anlamsız bir yığın. 
Ben ya yıldızlarla oynayan adamlara karşılık veremeyen kumsaldaki küçük kızım, ya da erjderhanın boynuna zincir takıp korku saçan süper kadın.

***
Duygularım, aklım, anılarım, neye benzeteceğime karar veremediğim benliğim ve tüm bunlarla olan yıpratıcı geçimsizliğim; tek bir gerçeği farkedişimin yadigarı. Hissettiğimi yaşarım diye haykıra haykıra, hissettiğim hiç bir şeyi yaşayamamışım. Pervaneler kadar hızlı yer değiştiren hislerle bunu başarmak çok da kolay olamazdı. Ki etraf da -benden hızlı olmasın ama- gayet hızlı karar değiştirdiğinden, bana şimdi geceleri karanlıkla konuşan harflerim yardım edebiliyor, zamanın saçlarından tutabileyim diye.

***

Bu zamanı da konuşa yaza insana benzetecekmişiz gibi geliyor bana, zamanın saçı, zamanın eli, zamanın bilmemnesi...
Ne yapıyoruz biz hakkaten?

***

Maddeye ruhumuzu işliyoruz.


Nilgün



7 Şubat 2012 Salı

deli saçması















Bilinmeyene tırmanıyor merdivenler, bile bile.. Boş yere koşullanıyor hayaller, tüm göğüs germeler; aslında güçlünün karşısına dikilen kahramanlık hikayeleri. Aile babası ya da yalnız kovboy; ikisi de yıldızlarla oynayan birer masum çocuk.. Küçük bir gölgeden korkar yürekleri, acıya katlandıkları binlerce zafere rağmen. Tanrıçalarının yüzleri bulutlu, mavi gözlerinden akan sihir beklenmedik. Bu iri bedenlerin içindeki çocuk, o çocukların dev çılgınlıkları ve maviliklere sihir bulaştıran cezadan muaf savaş okları..
Düzene sokmak ya da yeniden yaratmaksa da çocuk akıllarındaki, gerçekte hep dağılır ve parçalanır düşleri.. Sırtlarında yayları ve fırlattıkları okların geri dönmeyişi, yanlarında -şanslıysalar- ıslak bir çift mavi ama çoğunlukla yalnızca silik silueti..
Gerçek kahramanlar, hayallerinde hep yalnız.

Nilgün 

6 Şubat 2012 Pazartesi

Kadın



Hayatı boyunca siğneye çekmiş bir kadın, birden bire bir şeyi (herhangi bir şeyi) kabul edilemez buldu. Öldürücü bir boyun eğişin sona erdiği, ‘ya hep ya hiç’ e giden yolun başladığı andı bu.  Belki hali hazırda var olan düzendi ezilmesine sebep, bu hiç bir zaman netleşmedi. Şüphe duyulan bir şey vardı yine de; bu düzeni kendi yaratmış olabilir miydi.. İster dayatılmış olsun ister kendi yaratmış; bu düzene karşı, en azından kabul edebileceğinden daha fazla ezilmeyecekti. Ne denli bulanık olursa olsun, geri dönüşün mümkün olmadığı bir isyandı bu. İsyan atılımdı ve atılımlar hemen her zaman geçmişe dönüktü. Geçmişin derin kuyusuna düşen bellek, hıncı doğurdu. Varlığı arzuya ve iyiye koşulsuz şartsız erişmeye adanmış kadın’ın olmazsa olmazı oldu bu hınç. Her hınç isyanı getirmezdi ama her isyan bir hıncı çağırırdı sessizce. İnsan doğasının değiştirilemez kuralını bozdu ve ne ise o olmaya yanaşabildi kadın. Artık varlığının kabuğunu kırmıştı, taşıyordu. Başlangıçta ele geçirmek değildi hırsının hedefi; sadece kabul ettirmekti. Bu uğurda ya özgürdü, ya da ölü. Diz çökmektense ayakta ölmek yeğdi. Önemli olan tek şey saygıydı, kadın acıyı engellemeye çalışmadı. Bütünlüğüne saygıyı başardıktan sonra, acı çekmek kabul edilebilirdi. Tek bir koşulu vardı; anlamayan akla, hissetmeyen yüreğe girmeyecekti acısı. Susmasının, isteklerini yutkunmasının, bir şey hissetmediğine, hiç bir şey istemediğine yorulmasıydı bu isyanı perçinleyen. O bunları özdeşleştirebiliyor fakat, susuyorken bilinçsizlik sanılan sessizliği, aslında kendi çıkarını düşünmesinden kaynaklanıyordu -ki kadın bunu zaten inkar etmiyordu. Onun bilinci, bu inkarsız isyandan doğuyordu.

Ve aşk..
Scheler der ki; ‘Şu yeryüzünde, insan dışında kalan şeylere de harcanacak oranda bol değildir aşk.’
(Adem in aklına elmayı düşürdüğü gibi, aşkı Tanrı’dan çevirip insana yönelten de kadının cömert suç ortaklığıdır.) Hıncını henüz yüklenmemiş kadının umutsuzluğuysa şu cümleyi kurdurdu; ‘Tam tersine yeryüzünde gereğinden fazla boşuna aşk bulunmaktadır.’ Yürek yoksulu, kin zengini, alçaltılmış gençliğin doğumuna sebep; yakıcı yaşam deneyleri ve onlara verilen isim : Aşk..
Hıncıyla kavrulmuş kadın’dan yarına kalacak olan, ilk nefesindeki soyluluğuna bağlı; bıkkınlık, çılgınlık ve zorbalıktan uzak ama yine de isyan seven gerilimli aşklar..



***
Nilgün


5 Şubat 2012 Pazar

Beyaz bayrak


Gelmiştin hani; geri dönmüştün..

Ayna kırıldı sanmıştım. Yüz yılın sorularını yanıtlamıştık. Tekniğini çözümlemem biraz fazla ‘müşkülpesent’ de olsa ‘öğrenmek istiyorsan itiraf et’ yaklaşımımla asla çakışmıyordu. Neydi bu? Kuşkuda kullandığımız yöntemi soruyorum, neydi? ‘Yöntem yöntemsizlikti’ dediğini duyar gibiyim. Tüm eski düşünceleri süpürüp atacak bir yöntemsizlikti hatta değil mi..

Çıkmazda mı kaldın?
Çıkmazda mı kaldım?
Eğer varsak; çıkmazda mı kaldık?

Zaman zaman hiç bir şeye inanmıyoruz, çünkü her şey saçma ya da herkes saçmalıyor. Haykırdığımız şey ne çelişki, ne uyumsuzluk ne de bu saçmasapanlık.. Biz etrafa kendimizi haykırıyoruz. Yanlış ifade etmiş olmamak adına eklemeliyim; aynadan yansıyan kendimizi değil; aynalardan sakladığımız kendimizi. (Bilirsin aynaların oyunları bozulursa aşılması gerekenler aşılamayabilir. )

Bu haykırışlardan kuşku duyma ve en azından karşı çıkışıma inan.

Neden bu kadar çok çabalıyorum, neden bu kadar çok düşünüyorum değil mi? Sana göre fazla düşünmemek lazım, biliyorum. Sebebim ‘yoksunluk’. Her türlü bilgiden yoksunum, bu kendimi sıkıştırılmış hissetmeme sebep oluyor; her birimizin yaşadığı gibi, içinde bulunduğum acı da bu sıkıştırılmışlıkla beslenip gerçeklerimi güçlendiriyor. Bunun tek olası sonucu da elbette ki saldırganlığım. (Bir parça da küstahlık, belki.) Fakat asla ‘akılsızlık’ değil. (!)

Belki olan belki de olmayan bir şeyi çözümledim şu an fakat her iki ihtimale karşı; uzattığım şeyin adı zeytin dalı, ellerimi gevşetip serbest bıraktığım şey ise bir beyaz güvercin. 

Not: Not ettiğim cümlelerim var.  

Nilgün


Aslında yargılamakla alakalı


*Birkaç sayfada bir ömrün muhasebesini yapmak, hem tehlikeli hem abes.

***
Hiçbir şey birbirinin aynısı değildir, ama biz benzetiriz.

Bundan yaklaşık bir sene önce suratıma ‘dan’ diye vurdu hiç tatmadığım bir duygu. Belki de yirmili yaşlarımın en derin düş kırıklığını yaşattı bana.
Her şey olmadan önce anlaşılamamak hiç bir problem teşkil etmezken, o duygunun suratıma çarpmasına sebep olan şeyi hissettim; en azından annemin anlamasını istiyordum. Hatta beni öyle bir anlayabilmeliydi ki, bir kaç cümleyi geçmemeliydi söylemem gereken şey. Ama ne oldu?
Olmadı. Kendi kızını, çocukluğunu büyüdükçe besleyen çocuğunu, beni, anlamadı annem. Bilinçaltına küçüklükten itibaren öyle derin işlenir ki anne-kız ilişkisinin mükemmelliği beni hiç kimse anlamasa annem anlar diye güvende hisseden ben, o gün ‘limansız’ kaldım. Sığınamadım. Aklım yettiğinden beri, yaşadığım en küçük olaydan en büyüğüne kadar sınandığım konular hep yalnızlıkla alakalıydı ve ben o ana kadar hakkaten hiç yalnız hissetmediğimi anladım.
Dışarıdan bakıldığında pek de önemli gözükmeyen bu konu içten içe beni bütünüyle etkiledi. O günden sonra verdiğim her kararda, yaptığım her seçimde göz önünde bulundurduğum ‘bir ihtimal daha’ olmasına sebep oldu.

Hiçbir şey birbirinin aynısı değildir, ama biz benzetiriz.
                        
Bundan yaklaşık bir sene önce suratıma ‘dan’ diye çarpmasa da bu sefer, yine ilk kez tattığım başka bir duygu daha yaşadım. Yirmili yaşlarımın en derin ikinci düş kırıklığı da bu olsa gerek.
( Yaklaşık on beş dakika boyunca ellerim klavyede ekrana baktım. Bunu takip eden diğer yirmi yirmi beş dakikalık kısımda ise yazıp yazıp sildim. Anlatmak gereksiz dersem küçümsüyormuş gibi olurum. Anlatmaya hazır değilim dersem, gereğinden fazla büyütmüş olurum. Anlatmak istemiyorum dersem saçma olur, o zaman bilgisayarın başında bu word dosyasıyla ne işin var diyebilirsiniz. Bu kısmı anlatacak kadar yetenekli değilim demek yine en güzeli olacak, ‘suç’u kendi üzerime alırsam her zaman yaptığım gibi, sorun çıkmayacaktır. Sadece neyle alakalı olduğundan bahsedebilirim. ‘İlk gerçek aşk, iki buçuk sene, ayrılık.’ Yeterli oldu sanırım.)

Hiçbir şey birbirinin aynısı değildir, ama biz benzetiriz.

Bundan yaklaşık dokuz on ay önce suratıma ne ‘dan’ diye ne de ‘tıs’ diye çarpan ama beni üçüncü kez baya sağlam şekilde yaralayan başka bir şey daha oldu.
Bunu da kelimelerle özetleyebilirim belki; ‘dost, kazık, karşı saldırı, stres ve zaten elde olanın üzerine yüklenmiş ekstra yalnızlık’.
Benim kardeşim yok. Çevremde çok insan var ama hani derler ya ‘çok kadın hiç kadın’ diye; bendeki de o hesap ‘çok insan hiç insan’. Bu yüzden bu durum da beni iz bırakacak şekilde üzmüştür.

Hiçbir şey birbirinin aynısı değildir, ama biz benzetiriz.


Annemle alakalı farkındalığımdan sonra hayatımda hiç bir şey yapıcı şekilde gelişmedi. Genel anlamda hep yıkım yaşadım. Durumun özeti bu olabilir sanırım.
Gelelim aralardaki ‘Hiçbir şey birbirinin aynısı değildir, ama biz benzetiriz.’ Cümlesinin manasına.
Annemle alakalı o ‘dan’ diye vuran duygudan sonra onunla buna benzer pek çok olay yaşadık tıpkı öncesinde de yaşadığımız gibi. Ama benim aklımda sadece o olay yer etti. İkinci vurucu durumumdan sonra da (önce de) benzeri bir kaç durum yaşadım fakat hiç biri aklımda onun kadar yer etmedi.
Üçüncü durum zaten gündelik hayatta herkesin hergün her an yaşadığı bir durum. Ben de defalarca yaşadım bunu öncesinde ve sonrasında fakat hiç birinde bu kadar üzülmedim.

Söylemeye çalıştığım şu; başkalarının anlattıklarını dinlerken ya da kendi tahlillerimizi yaparken bizler hep mevcut durumu başka durumlara benzetiriz ya, mutlaka bir bağlantı kurarız ve ona göre karar veririz. Ama hiç bir olay birbirinin aynı değildir. Kendi yaşantımı düşündüğümde bile birbirinin aynı gibi gözüken onca olay içinde beni derinden etkileyebilen üç farklıyı bulabiliyorsam ben, kendi yaşantımdaki olaylarımı başkalarının olaylarıyla bırakın eş tutmayı denk tutmak bile haddime düşmez. Bu yüzden kimseyi yargılamam, kimsenin de beni yargılamasına müsaade etmem. Sonuçta;

Hiçbir şey birbirinin aynısı değildir, ama biz benzetiriz.

***
Nilgün


4 Şubat 2012 Cumartesi

Cemil Meriç gibi














Nilgün; yalnız, tedirgin ve küstahtır.

Yalnızdır bu yüzden kitapların dünyasına sığınır.
Tedirgindir, çünkü  sonu  –izm ile biten hiç bir şey onu tatmin etmez.
Küstahtır, çünkü kendince çözümlemeleriyle etrafındakileri küçümser.

Nilgün




Şans


(...)
-         İtiraf etmem gerekiyor ki seni üzmekten korkacak kadar derin bir sevgiyle sevmiyorum.
+    ...
-         Doğrusu, şimdi beni kaybetmenin seni çok üzeceğini de düşünmüyorum.
+    Haklısın, çok üzülmem..
(...)

      +   ( ..Çünkü, içimde bir yerlerde, ne olursa olsun benden vazgeçemeyeceğini biliyorum. Gitsen bile vazgeçemeyeceksin. Biz birbirimize bağlıyız, sadece bunun farkında değilsin. Belki de yıllarını gece gündüz beraber geçirmiş sevgililerden bile güçlü bir bağ var ikimizin arasında. Üstelik bu bağı biz kurmadık, bize verildi. İstesek de bunu asla koparamayacağımızı biliyorum. Belki de ihtiyacın olan tek şey zaman, ileriye doğru akmasa da geriye doğru akan bir zaman.  Geçmişi yeterince hatırlayamıyorsun, ya da şimdiki zamandaki ben geçmişten biraz farklı. Ne yazık.. İnsan kendisi için yılların geçtiğini kolay kolay anlayamıyor; yaşlanmanın ya da ölümün hep başkaları için olduğunu sanıyor.. Bunları ona söylemeli miyim? Susuyorum ama bilmezse gerçekten gidecek! Tanrım doğru olan ne? Belki de şanssızdık biz. Evet biz şansızız, bunun başka bir açıklaması yok.)

      -   ( Tanrım.. Bu tüm çekiciliğini amansız bir acımayışla ortaya döktüğü bakışlar, dudaklarının hareketi, ellerini kullanışındaki zerafet; üzgünken bile dik duran bedeni, ne kadar güçlü, ne kadar güzel, ne kadar da ‘kadın’.. Bunlar hep geçmişten kalan ve tekrarlanan şeyler, ama etkilenmemek elde değil.. Keşke hayatı geriye doğru yeniden yaşamak mümkün olabilseydi; önümde kalın bir deste gibi duran bu resmi sayfa sayfa soyup o ilk yüze geri dönebilirdim belki. Zor, sandığımdan çok daha zor.. Ne olursa olsun hayatımı durdurmamalıyım, durup geçmişe bakmaya başlarsam yaşamak, bunu yapmak çok daha zor olacak.. Doğru mu bu, kesin olarak bilemiyorum; günün birinde o da soracak kendine, doğru olan buydu diyecek.. Peki ya ben, doğru mu yapıyorum.. Bilmiyorum, hem kaç kişi kendince eşsiz bir maceranın ardından ‘ tam isabet’ diye bağıracak kadar şanslı olmuştur ki? İşte bu, bütün mesele şanssızlık.)

Nilgün

'müşkülpesent'


Sorular ve ‘müşkülpesent’ cevaplar

Yalnız kaldığınızda merak ettiğiniz, sizi yatağınızda fıldır fıldır döndüren o sorular ve rahatlamanızı sağlayacak cevapları – bir nebze küçük düşmeniz de mümkün.

***

Hep yeniden bulabilir mi insan, hep sürdürebilir mi?
Tutumlarınızı ayrıcalıklı bir coşkunluğa dayandırıyorsunuz ama ne kadar süre, nereye kadar?
Aşmaya çalıştığınız ne, kendi özdeviniminiz mi?

***

Yaşama dair kurallarımız var, kesikli ve kesiksiz çizgilerimiz, bir de kırmızı olanlar.
Kalıyorsak da, gidiyorsak da biz hep haklıyız. Kurallarımıza uydurduk çünkü yaşadıklarımızı, yaptıklarımıza uygun kılıflarımız vardı ya da kılıflarımıza uygundu çaldığımız minareler. Biz haklıyız, biz o kadar çok haklıyız ki; gitmek ya da kalmak bile hafif birer mükafat olur davranışlarımıza; biz geri dönebilecek kadar haklıyız.
Haklı olabilmeyi öyle inceden tasarladık ki; genel eylem kuralları bile koyduk kendi kurallarımızdan ayrı; hatta daha da ileri gittik yeri geldiğinde, o kuralları zaten var saydık bizden hariç şekilde..
Yeniden bulabildik bu yüzden, gittiğimizi kabul etmemiştik çünkü. Gelmemiştim ki diyen bizler, nasıl kabul edebilirdik ki gidişimizi? Gelmeyen ve gitmeyen bizler, nasıl yapabildik bilemiyoruz ama, geri dönmeyi becerebildik. Ve ‘haddimiz olmayanmış gibi gözüken’ şeyleri yapmaya alışık ‘şımarık’ bizler öyle ileri gittik, öyle, öyle çok ileri gittik ki, geri dönebilmekle kalmadık bir de yeniden bulabildik. Hep sürdürülebilir mi diye sormayınız bu yüzden, sürdürülememesi için bir neden var mı? Bunca imkansızı gerçekleyebilen bizler, bunun mu üstesinden gelemeyeceğiz, ne dersiniz?

*

Bizler umutsuz bir coşkunluktan çıkmadık ki yola coşkunluğumuzun ayrıcalıksız olduğunu söyleyebilsin herhangi biri. Büyük mutluluklar gibi büyük acılar da küçük bir hamlenin önderliğinde doğarlar. Küçük hamlelerimizin zamanı her koşulda belirsizdir. Süre bizim heyecan kaynağımız, bir nevi adrenalinimiz olduğundan, nereye kadar ve ne kadar süre soruları bizim kurallarımız çerçevesinde anlamsız birer çöp yığınından başka bir şey değildir.

*

Bir derdi kendinde ve başkalarında bulunduğu biçimiyle ortaya koymak bizler için uygun bir şey olsa bile buradan yola çıkılarak ulaşılacak sonuç yaşanmış bir eleştiriden başka bir şey olmayacaktır. Ki bizler asla kendimizi eleştirmeyiz. Eğer eleştirseydik aynalarımızın değişmez oyunları bozulabilirdi ve saklamaya çalıştığımız uyumsuzluğumuz ortaya çıktığında kendi kendimizi aşmamızı engelleyebilirdi. Aşmaya çalıştığımız şey aynanın bize gösterdikleridir; devinim ise bizler için karşı konulabilirdir.

Nilgün

3 Şubat 2012 Cuma

Bir 'gereksiz' üçleme


(...)
Eğer tüm bunların asıl nedeni uyumsuzluksa, söyleyebileceğim tek doğru yaşamın özünde bir çelişki olduğudur. Hangi akıl sınıfından, hangi duygu güdümünden bakarsak bakalım; seçim zorunluluğu üzerimize yükleniyorsa çelişkinin kaçınılmaz olacağını görebiliriz. Bu çelişkiler bazen sadece kırmızı yada siyahın seçiminden ibaretken, çoğu zaman daha karmaşık kılıklarla karşımıza çıkar. Bu karmaşaya ayak uyduramayanlarımız uyumsuz damgasına layık görülürken, karmaşanın kendisinin ‘uyumsuzluğu’nu gözden kaçırırız ya da büyük olasılıkla görmezden geliriz. Yaşamın tamamının sürekli bir seçme işleminden ibaret olduğunu söylememiz yanlış olur kuşkusuz. Fakat süregelen uyumsuzluk göz önünde bulundurulduğunda seçmeden yoksun bir yaşam tasarlayamayacağımız da ortadadır. Öyleyse yapmamız gereken uyumsuzluğa uyum sağlamaktır. Evrendeki en çözümlenemez çelişki de, kanaatimce bundan başka bir şey değildir.

‘Konuşmak düzeltmektir’ diye düşünenler kurduğumuz bu ‘uyumsuzluk-seçme-çelişki’ düzeneğini sözcüklerle kırmaya çalışırlar. Fakat unutmayalım ki sessizlik bir anlam içermeseydi, bugün anlam kavramının tek tutarlı şahidi sözcükler olabilirdi. Benim inancıma göre evrendeki bu üçlemenin kırılmasıyla alakalı tek ve en güçlü ihtimal sessizlikten doğacaktır. Sözcüklerin yarattıkları anlam karmaşalarıyla sadece çelişkilere ve dolayısıyla uyumsuzluğa hizmet ettiği bir zaman diliminde sessizlikten başka çare aramak pek mümkün gözükmemektedir.  Uyumsuzluk çağın yarasıysa ve sözcükler bu yarayı kaşıyan tırnaksa, bunca özenle kaşınan yaranın en sonunda haz vermeye başlayacağını görememek için bir nevi kör olmak gerekir.

Uygulanabilirlik açısından bakıldığında; seçimler ve çelişkiler içerisinde sessizliği tercih etmek çoğu zaman adaletsizliklere neden olacağından, ilk etapta sadelikten yana olmak ve bu doğrultuda çözüm oluşturmak en uygun yol gibi gözükmektedir. Bu mutsuz bir akıl düzeninin iki yüzlülüğünü temellendirecek olsa da; bunu sınırlı bir koşulun acısına yeğ tutmak gerekmektedir.

Uyumsuzluğa uyum sağlamamak adına, kelimelerimizi sadelik içinde susalım.
(...)

Nilgün

Yalnız 'si bemol'

 


Yedi buçuk oktavlık piyanomun sol köşesindeki si bemole üzüldüğüm gibi,
Kendime de üzüldüm bu gece..
Güzel bir bütünün en köşesinde, 
Olan bitenin en iyi izlenebileceği ama ortak olunamayacağı yerde;
Yapayalnızım si bemol gibi..

Nilgün

2 Şubat 2012 Perşembe

Mücadele

Mücadele etmekten yorulduğum zamanlar oluyor. O zamanlarda sorgulamaya başlıyorum. Neden, ne zamana kadar? Ne istiyorum, ne yapıyorum?
Mücadele etmek demek her zaman doğru olanı yaparak kötünün üstesinden gelmek demek değil. Yanlışlar yapıyorum, doğruyu haykıran onlarca ses kulağımdayken inatla en yapılmaması gerekeni yapıp, en olmamam gereken yerde buluyorum kendimi. Mücadeleme bu durumlar da dahil. Yaptıklarımla isteklerim her zaman birbirini tutmuyor. Şikayet anlamında değil bu cümlem. İstediğim şeyleri yapmama izin vermeyen bir hayattan dem vurmuyorum. Bazen bile isteye asıl hedefimden şaşıyorum. Demek istediğim, bu davranışım da mücadeleme dahil.

İnsanlar beni seviyorlar, bana emek verip zaman ayırıyorlar. Kibar davranıyorlar. Hatalarımı görmezden geliyorlar. Yeri geliyor annem oluyor bu, yeri geliyor babam, bazen bir dostum ve kimi zaman da bir adam... Zaman akıp gidiyor, kader ağlarını örüyor ve bazen sırf hedeflerim bunu gerektirdiği için ya da sadece içimden öyle geldiği için o insanları seçmiyorum. Tamamen ayrı, yabancı, bambaşka insanları seçiyorum. Bazen doğru oluyor yaptığım, bazen yanlış. Mükafatını aldığım da oluyor, cezasını çektiğim de. Adı üzerinde mücadele bu. Gülmek de olmalı, hüngür hüngür ağlamak da. Dikkat çekmeye çalıştığım şey sadece şu, içimden gelen sesi dinlediğimde de hata yapabiliyorum; bir takım kişilere göre ‘asıl yapmam gereken’i yaptığımda da. İçimden gelen sesi dinlediğimde de en doğru olanı yaptığım oluyor, duruma göre yapılması gerekeni yaptığımda da. Şartlar, kalbimi de dinlesem ya da tam aksine duygusuzca sadece doğru olanı da yapsam, öyle bir şekilleniyor ki, aynı oranda sevinip aynı oranda üzülüyorum. İkisinin adı da mücadele. Ben mücadelemde kalbimin sesini akıl hocam ilan ettim diye taşlanıyorsam da, tatlı tatlı güler geçerim. En sona gelindiğinde taşlayanlarımla aynı oranda mutluluk ve hüzün yaşamış olacağım. Aramızdaki tek fark, onların kalpleri aksini bağırırken rol yapmaları ve benim en son ana kadar hissettiğimi yaşamış olmam olacak.


*Kalbin aksini bağırırken, başkalarının olman gerektiğini düşündüğü yerdeysen acı çekmeyecek misin ki; kalbinin sesini dinleyip başkalarının gösterdiği doğruyu cehennemin dibine yollayan birine acı çekeceksin diye tehditler savurasın?


Nilgün

1 Şubat 2012 Çarşamba

Dudaklarım


Bazı geceler severdim seni
Tanrı daha fazlasını veremezdi zaten
Günahlarımla dolu bir kese
Yolun sonunda iki derin yeşil
Yolun sonunda kıpkırmızı dudaklarım

Aşkla sevgiyi karşılaştıran beyinler
Terazileri vardır onların, ağır
Soğukta sıcakta yada boşlukta
Hep çıkarlarını tartar
Ya  benim doğrularım?

Küfrederek koşmak gibi
Dökülen yapraklarda değil
Asabiyetimde aşkım
Kimileri bedenleriyle yaşar
Bazıları ruhlarını satar
Hangisi daha masum?

Uyaksız duygularım
Melodisiz bir aralıkta
Kuralsız düzensiz
Nefes almak gibi
Nefes almak düzensiz

Birazcık şarap
Bir sıcak el
İki derin yeşil
Dudaklarım kıpkırmızı

Nilgün