17 Eylül 2015 Perşembe

derler



Senden olmaz derler; yapamazsın derler; misyonunu, vizyonunu (!) kritik ederler kendi akıllarınca. Sanki böyle işaret parmaklarını omuzuna bastırıp seni ite ite söylerler bu lafları, öyle hissedersin...
Ne yap biliyor musun? Git bir ayna bul, kendine bak. Evet. Kesinlikle bir ayna bul ve geç karşısına, aynasız olmaz o iş! Yüzüne bak, gözlerinin içine bak.
İstiyor muyum de.
Cevabın evetse, yapabilir miyim de.
Dudakların ve yüreğin aynı anda evet diyebildiyse eğer:
Koskocaman bir ‘s*ktir git’ ifadesi hediye et ‘olmaz’ diyenlere ve sonsuza dek arkanı dön onlara, git.

Sonra ne olacak biliyor musun?
Çıkabildiğin her basamakta, seni ileriye taşıyan her başarılı adımında, tutkuyla sarıldığın her ne ise, onun için üst üste dizdiğin her tuğlada, ‘iyi ki’ diyeceksin.
‘İyi ki gitmişim.’
‘İyi ki vazgeçmemiş, bunu yapmışım.’

Kimsenin sana kim olduğunu, neyi yapıp neyi yapamayacağını söylemesine izin verme. Cürret edeni yanında tutma. ‘S*ktir et’, gitsin. Çünkü onlar çekerler seni, seni sen olmaktan çıkarırlar, yıllar sonra kendini tanıyamazsın. İçindeki o tutku ateşi bir kere yandıysa yapabilirsin demektir. Yapamayacak olsan istemezdin. Yap!

İnadına değil, kendin için yap. Başarmanın zevkini tatmak için yap. Yap!

Ben yaptım, güzel oluyor :)

Not: 1) Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır :)
         2) Henüz ‘önsöz’ deyiz :) 





Nilgün 

10 Ağustos 2015 Pazartesi

aslında nasıl sevmek

İnsan neden sever?
Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Sanıldığının aksine kendi kendine olan bir şey de değil. Bile isteye neden seviyoruz böyle dünyalar kadar?

Kendimizi unutuyoruz, fedakarlık halkaları uç uca ekleniyor zincir oluyor, akılda, fikirde, gönülde sadece bir isim yankılanıp duruyor. Orada parmağını kapıya çarpsa burada içimiz yanıyor hani.

Hastalıklı platonikleri konunun dışına alınca, şu sonuca varıyorum. Seviyoruz çünkü sevildiğinde sevmek güzeldir. Sevilme ihtimali bile yeter çoğu zaman kalbimizin küt küt atması için. 

Zaten bir kadın ya da bi adam seni mutlu etmeye çalışıyorsa, gül diye şekilden şekile giriyorsa, üzülme diye sabaha kadar seni dinleyip teselli bulmanı sağlamaya çalışıyorsa, sırf için rahat etsin diye asla yapmayacağı şeyleri kabul edip yapıyorsa ve bunları daha sen istemeden kendi kendine bile isteye gerçekleştiriyorsa, hayallerine seni katıyor ve senin hayallerine dahil olmaktan çekinmiyorsa (ne kadar çocukça olursa olsun), içindeki o kocaman meraka rağmen sen söylemeden sormuyorsa, sık boğaz etmiyorsa, seni olduğun gibi kendine katmaksa tek hayali; o adam ya da o kadın senin bu hayatta mutluluğa erişebilmen için karşına çıkacak nadir şanslarındandır. Bunların hiç birini yapmak zorunda değildir, ama yapar. Bazen istersin yapar, bazen kendisi sezer, yapar. Karşılık beklemez, koşulları yoktur, gerekirse taviz de verir ve bunu başına kakmaz ömrünün sonuna dek. O sadece sever. Bu şans değildir de nedir? 

Yaradılışdan kodumuza yerleşmiş bir içgüdüdür aslında sevgi. Ya da yaşamamız için edindiğimiz bir içgüdü. Bütün insanlar en az bir kere gerçekten sever, ama çoğu yalın sevgiyle eşya gibi edinmeyi birbirine karıştırır. Bir anne çocuğunu sever ya hani. Ama sonra onu eşya gibi görür, eşyanın tabiyatıyla insan olmanın tabiyatını birbirine karıştırır. Sonra özünde sevgiden gelen davranışları zaman içinde çocuğuna zarar verir. Öyle bir zaman gelir ki çok sevdiği çocuğu ondan uzak kalmayı seçer. O annenin yaptığı sevgi hatasını çoğu insan sevgilisine, eşine yaptığı ve o sevgililer, eşler kendilerini pamuklara sarmalanmış değil de zincirlere vurulmuş hissedip işkence gibi gördüğü için sevginin sonuçlarını, şimdi moda olan kaçmak olmadı mı zaten? :) Moda olan korkmak olmadı mı? :) Tüketimin kucağına doğmuş bebeklerdik biz. Bize herşeyi yağmalamayı öğrettiler. Öyle bir toplumda büyüdük. Dostlukları sömürdük, aşkı sömürdük, aileyi sömürdük. Biz derken, bizim kuşağın büyük bir kesimi. Hep yok ettik. Bitirdik. Bütün bu yakıcı yıkıcı yaklaşımların beşiğinde sevginin yanlış uygulanmaması tüketilmemesi gibi bir ihtimal var mıydı gerçekten? 
****
...
(bir yazımdan, bir parça)

Sana sarıldığımda, dün, şimdi ben de korkmaya başladım dedim ya: korkmuyorum. Korkmamaya karar verdim tekrar. Ne sen beni, ne ben seni hapsetmeyeceğiz çünkü. Biz tüketen değil, sömürülen olmuşuz bugüne dek duygusal anlamda. Ezilmemişiz; dik durmuşuz, güçlü durmuşuz ama bizim içimizdeki vicdanımızdan gelen o duyguları sömürmüşler çok. Bu yüzden korkmuyorum işte. Ben seni sömürmeyeceğim. Prangalar geçirip ruhuna, zincirlemeyeceğim ücra köşelere. İçinden gelerek, sevdiğin için yaptığın hiç bir güzellik zaman içinde görev olup üzerine ağırlık çökertmeyecek. Ve biliyorum sen de bana yapmayacaksın. Ne sen benim, ne de ben senin hapishanen olmayacağım, olmayacaksın. Yan yana durduğumuz herhangi bir  beş dakika herhangi birimizin ruhuna zindan olmayacak hiç bir zaman. Biz birbirimizin ruhunun gökyüzünde olduğumuz gibi uçan özgür martılar olacağız. Bazen çok yüksekten, bazen denizin yüzünden uçacağız, keyfimiz nasıl isterse.
...
****

Neden biliyormusunuz? Çünkü sevgi aslında böyle bir şeydir. :) Yalnızken uçamadığın gökyüzlerine taşır sevgi seni. Beraber özgür olmaktır yani. Beraber uçmaktır. Yalnız uçan martıyı kafese kapatmak değil.

Seni seviyorum diyip gülüyoruz ya bir çift güzel göze. O dediğimiz cümledeki sevgi böyle bir sevgi olsun işte...
Nilgün.

29 Haziran 2015 Pazartesi

tünel



Anıların içine sıkışmak.

Zaman uzun bir tünel olmuş, etrafında 360 dereceye serilmiş ve tünel boyu uzanan fotoğraflar var; hani anlar. Bazılarını anlatmaya anlar da yetmemiş; facebook’daki gibi mini videolar sıkıştırılmış dibe köşeye.  :)

Yürüyorum yürüyorum, anların tünelinde; anıların içinden yürüyorum. Şu filmlere konu solucan delikleri bu tünelde ‘ohoo avuç avuç’. :)  Bu yüzden diyorum ya zaten sıkıştım diye. Bitmiyor, her gün yenileri ekleniyor, kendisini geçmişe bağlayacak bir delik buluyor, geri dönüyoruz; ben ve onlar.
Her seferinde farklı hisler doluyor içime, her seferinde farklı manalar zuhur ediyor. 

Anlayamadıklarımı anladığım, yanlış anladıklarımı düzelttiğim bir işim var sanki o tünelde. O tünelin emekçisiyim şu sıralar :)

Bazen çok gerilere atıyor beni, çocukluğuma dönüyorum. Gülüyorum, kahkahalar atıyorum. İşimin en güzel yanı da bu olsa gerek :) Gülmekten yorulup eve geldiğim zamanlar oluyor, düşüveriyorum yatağıma, huzuru hissediyorum. 

Nadiren de olsa geleceğe atıyor beni o solucan deliklerinden muzur olanları. O zaman çok dikkatli oluyorum işte, başkalarının cümlelerini kendim doldurmuyorum, onların yerine konuşmuyorum. Kendimi izliyorum sadece. Bazen hoşuma gitmiyor. Bazen gurur duyuyorum. Sonra daha ileri gitmek istiyorum, dışına atıyor beni tünel. Düşüyorum ‘şimdi’ ne zamansa o zamana. 

Sıkılıyorum bazen, bitsin diyorum. Bir gün bitecek. Bitene kadar, daha çok iş var o tünelde yapılacak. 

Çok iş. 


8 Haziran 2015 Pazartesi

sorular sorular aklımdaki sorular :P



          Uzay... Uçsuz bucaksız bir boşluk mu? Yoksa içinde bilinmeyenleri barındıran, keşfedilmeyi bekleyen bir derya mı? Belki de çok daha yakın olanlardan başlamamız gerek sorgulamaya. Evimiz olan Dünya hakkında ne kadar bilgiye sahibiz? Kimler yaşadı yeryüzünde. Neler keşfetti? Bize hangi bilinmezin kapılarını açmaya çalıştılar? Antik kalıntılar, piramitler bize bir mesaj mı veriyor? Farketmeden geçen zamanın içinde felaketimize mi yürüyoruz? Adını bile telaffuz ederken zorlandığımız adı farklı kaderi aynı ülkeler asırlardır bombalanırken, insanlar obezitenin pençesine girmeye zorlanırken, bin türlü siyasi düzenbazlığın içinde, algılarımız farklı tuzaklarla yönetilirken,  bizler aslında nelerle uğraşmalıyız ve nelerle uğraşıyoruz? Bunlar benim aklımdaki soruların sadece bir kısmı. 


          Yeryüzünden 180 km yukarıdan dünyaya serbest düşüş deneyleri yapılıyor. Etrafımızda dolanan bir sürü uydu var. Makineler, uzay araçları atmosferin korumasının dışındaki kozmik tehlikelere meydan okuyor ve uzayda geziniyorlar. Voyager güneş sisteminin dışına çıkıyor. Oysaki 5 milyar yıl önce yoktuk. Dünyamız da yoktu. Toz bulutlarından bugüne geldik. Oksijenle nefes alıyoruz. Kemiklerimizde kalsiyum var. Bir sürü mineral, su her sey bizim için ve varız. Peki 5 milyar yıl sonra da olacak mıyız? Hatta o kadar vaktimiz var mı? Yoksa ne yapacağız? Nereye gideceğiz? Gidebilecek miyiz? 


          Filmlerde büyük göktaşları dünyaya yaklaşıyor ve yaşamımızı tehdit ediyor. Vuruyoruz ve kurtuluyoruz. Dünyanın çekirdeği deprem deneyleri yüzünden manyetik alanın bozulmasına yol açacak davranışlar sergiliyor. Çekirdeğe iniyoruz bombardıman yapıyoruz. Doğal dönüşü sağlıyor dünyayı bir kez daha kurtarıyoruz. Sonra filmlerin konuları uzaylı istilalarına doğru kaymaya başlıyor. Kendi gezegenlerini tüketen uzaylılar gezegenimizi almaya çalışıyorlar, savaşıyoruz, kurtuluyoruz. Peki biz gezegenimizi tüketirsek ne olacak? Sonra yapımcılar filmlerinin konularını dünyadan gitmek üzerine kurmaya başlıyor.  Yeni gezegenler bulmak, insanlar için. Gitmezsek aç kalacağız, gitmezsek kavrulacağız, gitmezsek sular altında kalıp boğulacağız. Filmler bize yok oluşumuzu göstermezler. Solucan delikleri vardır, ileri teknolojiler vardır, cesur astronotlar, bilim adamları vardır. Çok fazla zorlukla karşılaşırlar ama başarırlar. İnsanlığı bir kez daha kurtarırız ve içimiz rahatlar. 


          Başlangıcını yaşama dair endişe veren gerçek öngörülerden alan bu filmlerin sonu mutlu. Bizlerin ve bizden kuşaklar sonrasının çok da dert edinmesini gerektirmeyecek kadar uzun zamanlardan bahsediliyor bu öngörülerde. Rahatız. Onlar düşünsün diyoruz. :) Ama merak etmeden de duramıyoruz. Gerçekten yapılabilir mi? Bir yandan bu dünyada kalabilme süremizi uzatıp, bir yandan da gidebilmenin yollarını ararken insanoğlu başarılı olabilir mi gerçekten?  Bu  da benim sorum. :)




Nilgün

10 Mart 2015 Salı

inanç

'İleride gelecek olan sayfalar tüm gücünü tamamen gerçek bir öyküden almıştır, çünkü ben hayal ettim' dedi. 

Onun hayat üzerindeki çabasız hakimiyetini kıskandım, hayal etmekten vazgeçmeden. Bu başı bozuk kavgalar içinde yaşanılan sonlu hayatta, hayallerden daha gerçek bir şey olmadığını gördüm. Gerçek denilenin hayal ürünü olduğunu anlamak acı verir sanırken, sadece sandığımı anladım. Öyle olmadığını. Aman diyim yanlış anlama hayallerin ruhunu falan yükseltmez; bu saçmalıklara inanma. Düşüşünü yavaşlatır onlar. Emniyet kemeri gibi. :) 

Birileri karşıma çıkıp 'Kusura bakma ama bunlar hayatın gerçekleri.' dediğinde içimden okkalı bir küfür savuruyorum. Beni ikna edemezsin. :) İkna olmam. 

Ben hayalimin gerçekliğine inanıyorum.

3 Mart 2015 Salı

pervazından pencerenin

karanlığa küfretmedim
bir mum yaktım
hoş
gece değildi
ışıklıydı sokak
gün ışıklı
pervazından pencerenin
gülümsedim


:))


Nilgün