Her şeye anlam
veren şey zamandır. Gerektiğinde hızlandırıp, bazen de yavaşlatabilseydik eğer,
hayat eşsiz olabilirdi. Günler geçtikçe insan her şeye alışıyor. Bazıları bunu
yaşadığı acılarla öğreniyor, bazıları devasa mutluluklar içindeyken.
Ben öğrendiğimde
çocuktum, hala çocuğum ve hala öğreniyorum. Bu günler ilerde bana soluk ve
cızırtılı eski filmler gibi gelebilir, ama bu eskilik sonradan olmayacaktır, çünkü
zaten üzerime yapışık.
Koca koca
insanların ‘kocaman minik’ çocuklukları vardır. Çoğu zaman ayıplanır. Hayalperestlik sırt çevrilen özellikler
arasına girer yaşlar büyüdükçe. ‘Rüya görüyorsun’ diyerek aşağılanır bellekler.
Çok az insan başarabilse de hayatın içinde rüyayı yaşamayı, kalpte küçük
şımarık bir kız taşımak suç değil. Hem zaten insanların bir gün büyüyüp
düşlerini unuttukları ve artık onları çocuklara ait şeyler sandığı bir dünya
hiç de yaşamaya değer bir yer olmazdı. Bu yüzden de bu kadar çok yıkımla
doludur ya hayatlarımız.
Bizler unuturuz.
Başa sararız, sona alırız, diz çökeriz, göz karartırız, güçlü oluruz, güçsüz
oluruz, her rol oturur üzerimize biz giyindikçe. Hiddet arttıkça, birden bire
üzerimize çöker dehşetli bir yalnızlık korkusu... Aldıklarımızdan feragat
edebildiğimiz ölçüde güçlü ve özgür olduğumuzu sanırız ama aslında asıl galip
sadece mağluptur. Çünkü seçimi yapan o değildir. Böyle böyle birikirken
galip-mağlup raporları belleğin tozlu raflarında; zaman gelip geçer ve biz
alkışlarla ya da yüz kızarıklığıyla hatırlayıp, hatırladıkça da unuturuz
aslında. Ta ki, bu hayatın içinde gizlenmiş, günün birinde karşımıza çıkacak
birine, (maskelerimizi değil, kalplerimizi hisseden, aşağılayarak değil
anlayarak ruhunu yüceltebilen birine), anlatılmak üzere başa sarılana dek..
Nilgün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder