Daha olmamış, uğruna deliler gibi çalışılmamış, alından damla damla terler akıtılmamış başarılar vardır. Hayaldir onlar. Hayalini kurarak başlar, planlayarak hedefleştirir, ter dökerek başarırsınız. Ben yaptım diyemezsiniz her şey olup bittiğinde çünkü yanınızda arkadaşlarınız vardır işler ters gittiğinde bırakma, devam et diyen, anneniz vardır her sabah kahvaltı hazırlayıp yüzünüze gülümseyen, onun duaları vardır, babanız vardır önünüze çıkan taşları omuzlayıp yolunuzu açan. Belki bir eşiniz vardır; size sonuna dek inanan, kimse inanmadığında dahi inanan destek olan. Ben yaptım diyemezsiniz, dilinize öyle gelse de cümleler. Bir biz kelimesi çıkıcerir ağzınızdan. Biz yaptık, başardık diye dökülür gider.
Biz olmayı beceremeyenlerle yola çıkarsanız, sizi avuçlarının içinde yukarıya kaldıran insanlar yerine, ayak bileğinizden tutup aşağı çekenleri hayatınıza ortak etmişseniz; başarsanızda mutluluğu yakalayamazsınız ya hani..
Böyleyim şimdi. Yolun çok başındayım. Hayallerimi planlayarak hedef edinme aşamasındayım. Bileklerimden aşağıya çekildiğimi hissediyorum. Arınıyorum, temizleniyorum, inat olsun diye değil.
Ben olabilmek için.
7 Aralık 2014 Pazar
6 Aralık 2014 Cumartesi
Okul
Yaşamak istediğim hayatı yaşamadım ben hiç. İlkokul döneminde, o sımsıcak uykudan uyanıp sabahın altısında, daha sekiz yaşındaki öğrencilerini bile sınıflayan, ayıran, sırf apartman görevlisinin çocuğu diye, ailesi karşı çıkamaz diye, o minicik neslihanın kafasında tahta cetvel kıran, kendime küskünlüğümü farkedemeyip sizin kızınız sorunlu demek için annemi okula çağıran gaddar öğretmenimin sınıfına gitmeyi istemedim. Babam saçlarımı tarardı, kuruturdu. Annem atkıyı yüzümün tamamına sarar, bereyi mümkün olsa belime kadar indirmeyi isterdi hasta olmayayım, okula gidebileyim diye ama, ben hasta olmak isterdim. Servisten atlayıp ters yöne kaçmak isterdim. Kaçamazdım. Tahtaya kaldırılıp üç basamaklı bir sayıyı iki basamaklı bir sayıya bölemiyorum diye öğretmenim tarafından aşağılanmayı hiç istemedim. Orta okulda fransızca öğrenmek istemedim. Adımı nerede oturduğumu ya da karnımın ağrıdığını fransızca söyleyebilmem için beni zorlamasalardı ezberlemezdim de. Tercih listesine yazdığım o liseye gitmeyi hiç istemedim. Fonksiyonları çok iyi öğrendim, matematik sınavlarından 100 aldım ama arkadassız kaldım. Oysa istememiştim. Şarkı söylemeyi severdim. Roman okumayı. Şiir yazardım. Serviste bir Ali vardı mavi gözlü. Şiirlerimi okumuştu. Yemeğe gitmiştik bir haftasonu. Sonra okulun en güzel kızıyla çıkmıştı benim yerime, çünkü matematik sınavım vardı onunla sevgililer gününde sinemaya gitmemiştim. Zaten çirkindim de :))) ilk okulda beni hep en arkaya oturturlardı, göremezdim yazılanları. Tembel der çıkarlardı işin içinden. Bu yaptığınız haksızlık diye bağırdım bir gün sınıf öğretmenime yine annemi çağırdılar okula kızınız tek çocuk olduğu için sorunlu demeye. Okulu sevmezdim ben. Bir arkadasım seni s...m oğlum diye küfretti sıra arkadasıma, sevişmek kötü bir sey mi neden böyle konusuyorsun diye itiraz ettim, adımı sapığa çıkardılar. Annem yine okullarda. ben okulu hiç sevmedim. Lisede koroya katıldım. Ailemden gizli. Şarkı söylemeyi severdim ben. Matematikte yüz alıyorum diye beni sevmeyen arkadasım solo türkü söyledi o yıl sonu gecesi. Benim sıram bir sekilde iptal oldu. zaten gizli katıldığım koroyu, ben türkü söyliycem diye, beni dinlesinler diye itiraf edip zorla o geceye getirdiğim ailemle boynum bükük geri döndüm eve. Okulu sevmezdim işte. Gittim odtüyü kazandım, herkes tıp olmadı diye neredeyse taziye mektubu gönderecekti eve. Ben okulu nasıl seveyim? Bin türlü haksızlığa şahit oldum Odtü de. Bin türlü oyuna şahit oldum gözümle, insanların yere göğe sığdıramadığı Odtü de. Ben okulu sevmiyorum arkadas. Ben okumayı seviyorum. Ben şarap içmeyi, dostluğu, Cemal süreyayı, gözlerinin içine baka baka sevmeyi, aşkı; ben Orhan Veli, edip cansever seviyorum; ben dürüstlüğü; ben haksızlığı bas bas bağırmayı, yazmayı seviyorum, sevinçleri paylaşmayı; ağlayanla ağlamayı, yeşili seviyorum, top oynamayı; çimleri, çiçekleri; mihail'i tartışmayı, doğruyu konuşmayı, Zeki müren dinlemeyi, uzayı düşünmeyi, gamzedeyim deva bulmam diye mırıldanmayı, elini tutmayı, çalışmayı da seviyorum da; okulu sevmiyorum arkadas... Dersler değil yük olan, çalışmak değil; yük olan iki yüzlülük, yük olan haksızlık, yük olan saçma sapan zorunluluklar. Sorumluluklar değil yük olan; bomboş egolu insanlar. Yoksa kim istemez mutlu olmayı, ama mutsuzluğa da var mısın der miydi hiç?
8 Kasım 2014 Cumartesi
yol nereye gideceğini bilir
Hissettiğimiz her duygu, mantığımızla aynı yönü göstermeyebiliyor. Bu nadir durumlarda kendimizden şüphelenip, bir takım sıfatların yakıştırmasını giyinebiliyoruz.
Hayatımız kendine bizden bağımsız dönemeçler edinip, yolumuzun kaderine ortak olarak bizi de peşinden sürüklediği içindir ki, bizler o nadir durumlarda kendimizi önce yaftalıyor sonra da sorguya çekiyoruz.
Bu yol dediğimiz çizgi üzerinde ilerlerken her seçimi biz yapmıyoruz. Bazen sadece bizim seçmemiz yetmiyor. Doğru zamanda, doğru yerde ve bazen de mevzuya bağlı olarak doğru kişi tarafından seçilmemiz gerekiyor. Bu koşullar oluşmadığında, seçtiğimiz yol ilerlediğimiz yol olmasa bile, o yolda ilerlemek durumunda kalıyoruz. Doğru olan da ilerlemektir zaten, durmak değil.
Bir zaman sonra, ki buna kaderin cilvesi derler, bir an geliyor ve yine aynı seçimi yapmanız gerektiğinde o hayat dönemecinde, şaşırarak görüyorsunuz ki önceden zorunda kalarak ilerlediğiniz yolu bu sefer bile isteye ve seve seve seçen kişi oluvermişsiniz.
Demem o ki, bazen bırakın yolunuz seçsin dönemeçlerdeki alternatifleri, ve eğer istediğiniz gibi olmuyorsa bir seyler, siz yolunuzun seçimlerine güvenin. Durmayın, ilerleyin. Yol nereye gideceğini çoğu zaman sizden iyi bilir. :)
Nilgün.
Hayatımız kendine bizden bağımsız dönemeçler edinip, yolumuzun kaderine ortak olarak bizi de peşinden sürüklediği içindir ki, bizler o nadir durumlarda kendimizi önce yaftalıyor sonra da sorguya çekiyoruz.
Bu yol dediğimiz çizgi üzerinde ilerlerken her seçimi biz yapmıyoruz. Bazen sadece bizim seçmemiz yetmiyor. Doğru zamanda, doğru yerde ve bazen de mevzuya bağlı olarak doğru kişi tarafından seçilmemiz gerekiyor. Bu koşullar oluşmadığında, seçtiğimiz yol ilerlediğimiz yol olmasa bile, o yolda ilerlemek durumunda kalıyoruz. Doğru olan da ilerlemektir zaten, durmak değil.
Bir zaman sonra, ki buna kaderin cilvesi derler, bir an geliyor ve yine aynı seçimi yapmanız gerektiğinde o hayat dönemecinde, şaşırarak görüyorsunuz ki önceden zorunda kalarak ilerlediğiniz yolu bu sefer bile isteye ve seve seve seçen kişi oluvermişsiniz.
Demem o ki, bazen bırakın yolunuz seçsin dönemeçlerdeki alternatifleri, ve eğer istediğiniz gibi olmuyorsa bir seyler, siz yolunuzun seçimlerine güvenin. Durmayın, ilerleyin. Yol nereye gideceğini çoğu zaman sizden iyi bilir. :)
Nilgün.
30 Haziran 2014 Pazartesi
yarı yarıya
Gitmek de bir seçimin yarısı, kalmak da.
Çok uzun bir hayat yaşamadım. Tecrübelerimi kağıda döksem ve odalara dizsem tomar tomar, uçsuz bucaksız bir görüntüyle karşılacağımı da iddia etmiyorum. Kendimce yaşadığım bu hayattan çıkardığım bir gerçek var ki, o da her şeyin yarı yarıya olduğu. Mantık ya da kalp, rehberin hangisi olursa olsun bir tarafın kazanıyor, diğer tarafın kaybediyor. En garibi de kazandım dediğinde gerçekte kaybetmiş olma ihtimalin de yarı yarıya. Kaybettim diyerek hüzünlendiğinde gerçekte kazanmış olma ihtimalin de yarı yarıya. Asla bilemiyorsun. Kimse benim karşıma çıkıp doğru olanı tanımlamaya kalkmasın. Kimse hiçbir şey bilmiyor. Kabullenilmiş bilgiler üzerine kurduğunuz teorilere inanmıyorum. Doğrularınıza ve yanlışlarınıza itaat etmiyorum.
Hayır olandadır dedi birisi. Düşünceler içinden çıkılamaz bir hal aldığında, ilahi bir güce ve onun hayrına sığınmak yorgun ruhlarımıza yetişen 'hızır'.
Diyorum ki, her şey hayal ettiğin gibi değilse daha sona gelmemişsin demektir. Yani yolunda devam et. Ben yolumda devam ediyorum. Kolay vazgeçenlerden olmamak lazım, biraz sabır lazım. Gözden geçirmek lazım, biraz yavaşlamak lazım. Yine de sona geldim dediğinde mutlu değilsen en azından gönül rahatlığıyla yanlış yaptım diyebilirsin. Senin yanlışın olur. Başkalarının yanlışının bedelini ödemekten iyidir.
Ne olacak bilemiyorum. Kimse bilmiyor. Asla bilemezler.
Nilgün.
Çok uzun bir hayat yaşamadım. Tecrübelerimi kağıda döksem ve odalara dizsem tomar tomar, uçsuz bucaksız bir görüntüyle karşılacağımı da iddia etmiyorum. Kendimce yaşadığım bu hayattan çıkardığım bir gerçek var ki, o da her şeyin yarı yarıya olduğu. Mantık ya da kalp, rehberin hangisi olursa olsun bir tarafın kazanıyor, diğer tarafın kaybediyor. En garibi de kazandım dediğinde gerçekte kaybetmiş olma ihtimalin de yarı yarıya. Kaybettim diyerek hüzünlendiğinde gerçekte kazanmış olma ihtimalin de yarı yarıya. Asla bilemiyorsun. Kimse benim karşıma çıkıp doğru olanı tanımlamaya kalkmasın. Kimse hiçbir şey bilmiyor. Kabullenilmiş bilgiler üzerine kurduğunuz teorilere inanmıyorum. Doğrularınıza ve yanlışlarınıza itaat etmiyorum.
Hayır olandadır dedi birisi. Düşünceler içinden çıkılamaz bir hal aldığında, ilahi bir güce ve onun hayrına sığınmak yorgun ruhlarımıza yetişen 'hızır'.
Diyorum ki, her şey hayal ettiğin gibi değilse daha sona gelmemişsin demektir. Yani yolunda devam et. Ben yolumda devam ediyorum. Kolay vazgeçenlerden olmamak lazım, biraz sabır lazım. Gözden geçirmek lazım, biraz yavaşlamak lazım. Yine de sona geldim dediğinde mutlu değilsen en azından gönül rahatlığıyla yanlış yaptım diyebilirsin. Senin yanlışın olur. Başkalarının yanlışının bedelini ödemekten iyidir.
Ne olacak bilemiyorum. Kimse bilmiyor. Asla bilemezler.
Nilgün.
19 Mayıs 2014 Pazartesi
Çevresel Sürdürülebilirlik ve Okul Yönetimi Analojisi
Çevresel sürdürülebilirliğin
gerçekleşmediği doğrusal sistemlerde işleyişe baktığımda, hayalimde
canlandırdığım okul yönetiminin gerçekleşmemesinin sebepleriyle benzer
durumlarla karşılaştığımı farkettim. Bu tespitimle ne demek istediğimin daha
açık anlaşılabilmesi için bahsettiğim doğrusal sistemi ve açıklarını kısaca
anlatmak istiyorum.
Sürdürülebilirlik kelimesine
odaklanıp varolması gereken sisteme dair akıl yürüttüğümüzde bu sistemin
dairesel bir yapısı olması gerektiğini farketmemiz çok da uzun zaman
almayacaktır. Çünkü hangi alanla ilgili bir sürdürülebilirlikten bahsedersek
bahsedelim, olmazsa olmazlarımız tüketilenin yerine koyulması, işin ‘temiz’
yapılması, gerekenden fazlasının kullanılmaması, sistem içindeki insan
faktörünün görmezden gelinmemesi ve belki de biraz köklerimize bağlı kalınması
olmalıdır. Bu kuralların tersine işlemesi bir taraftan sistemi daireselden
doğrusala kaydırırken, diğer taraftan da sistemin açık vermesine sebep olur.
Şimdi tanımladığımız bu olmazsa olmazlarımızı
ve varolan sistemin açıklarını biraz daha detaylandıralım. Üzerinde
konuştuğumuz sistem düzenli olarak alışveriş merkezlerine gidip evimize
aldığımız eşyaların sistemi olsun. Yani, daha 3-4 sene geçmeden değiştirdiğimiz
cep telefonlarını düşünelim. Hani şu 15 sene içerisinde resmen evrim geçiren
telefonlar. (Şekil-1)
Şekil-1
Bu
telefonların yapım aşamasından evimize gelmesine ve oradan çöpe gitmesine kadar
olan süreçte gerçekleşen katliama ve bu katliamın ‘kibar’ isimlerine bakalım.
Materyal
Ekonomisi – (Katliam Ekonomisi)
1.
Kaynak edinimi – (Doğanın yok
edilmesi ve çaresiz insan üretimi)
2.
Üretim – (Eşyalara zehir
yerleştirilmesi ve çaresiz insanlar üzerinden kazanç sağlama)
3.
Dağıtım – (Emek sömürüsü)
4.
Tüketim – (İnsanların kafayı
alışverişle bozmalarını destekleme)
5.
Atıkların Kaldırılması – (Çöpleri
nereye biriktireceğini bilemeyip 3. Dünya ülkelerine
kakalama)
İşte bizlere öve öve bitirilemeyen
doğrusal sistemimiz. Buraya kadar iyi de bunun okul yönetimiyle ne alakası var
demiş olabilirsiniz. Sabredin.
Bu 5 maddeyi açıklamadan önce
söylenmesi gereken bir durum var. Bu sistemin doğmasının asıl nedeni, gerçekte
halkın yanında yer alması gereken hükümetlerin, yıllardır büyümesi bir türlü
durdurulamayan şirketlerin tarafına geçmiş olmasıdır. (Şekil-2)
Şekil-2
· Birinci durumda ağaçlar kesilir, doğa
maden çıkarmak için tahrip edilir, su tüketilir ve hayvanların yaşam alanları
ellerinden alınır.
Sistemin doğurduğu
açık: ‘Çaresiz insan üretimi’. Yani yaşam alanları tahrip
edilen insanlar, çaresizlikten şehre göçerler. Tek amaçları yaşamak için
kazanmaktır.
· İkinci durumda zehirli kimyasallar doğal
kaynaklar ve enerjiyle harmanlanarak zehirli ürünlere dönüştürülür. Adına
üretim denilen bu etapta oluşan kirlilik önü alınabilir kadar küçük boyutta da
değildir.
Sistemin doğurduğu
açık: Yaratılan çaresiz insanlar bu etapta ucuz işçi
olarak kullanılır. Doğurganlık çağındaki genç kadınlar zehirli atıkların
çıktığı fabrikalarda çalışmak zorunda bırakılır ve bu yüzden bizler de besin
zincirinde en yüksek seviyede zehirli madde bulunduran gıdanın anne sütü olarak
açıklanmasına hiç şaşırmayız.
· Üçüncü durumda bütün bu eşyaları nasıl
bu kadar ucuza alabiliyoruz diye düşünmeden gidip satın alırız. Oysa satın
aldığımız bu eşyalar üretiminden o raflara gelinceye kadar kayıt altına
alınmayan maliyetler ve sömürülen insan emeği sayesinde o kadar ucuzdur.
Belkide aldığınız o MP3 çaların Kongoda çalışmak zorunda olduğu için okula
giden bir çocuk tarafından birleştirildiğini; hammaddesinin afrikadan, parça
üretiminin çinden sağlandığını bilmiyordunuz.
Sistemin doğurduğu açık:
Emek sömürüsü
· Dördüncü adım ise her sene yenisi çıkan
bilgisayarların yetersiz kalıp, tek bir parça değişimiyle hallolacak
eksikliğin, parçanın şeklinin uygunsuz olması sebebiyle yeni bilgisayar
alımıyla sonuçlanması aşaması. Ya da moda kavramını kullanarak aslında eskimeyen
ayakkabıların bir sene ince diğer sene kalın topuklu olanlarının satılması.
Sistemin doğurduğu
açık: ‘Mutsuz bireyler’. Alışveriş yapan sonra ödemek
için deli gibi çalışan sonra yine alışveriş yapan sonra yine çalışan mutsuz
insanlar.
· Son adımda da çöpe atılan eşyaların
nasıl yok edileceği. Yakılan çöplerin yarattığı kirlilik. Gömülmesi için
gönderilen ülkeler. Ülkeden ülkeye çöp satışı gibi saçma sapan bir icraat.
Sistemin doğurduğu
açık: Başka ülkede yakılan çöplerden çıkan gazlar hava
akımıyla yine aynı ülkeye taşınıyor. Sonuç: ‘Küresel ısınma.’
Sistem doğrusal. Asla geri dönüş
olmuyor. Sadece tüketime ve yok etmeye dayalı. Çözümü, yani
sürdürülebilirleştirilmesi mümkün. Temiz üretim çalışmalarıyla, işçi hakları
düşünülerek, adil ticaret öngörülerek, bilinçli tüketimin yaygınlaşmasıyla, çöp
yakımının durdurulmasına çalışılarak ve hükümetin halkın yanında yer almaya
karar vermesiyle, mümkün. (Şekil-3)
Şekil-3:
Dairel Sistem
Şimdi gelelim bu işin okul
yönetimiyle benzerliğine. Okul yöneticilerini sınıflandırmaya kalktığınızda,
karşınıza şaşırtıcı şekilde yine doğrusal bir sistem geldiğini görüyorsunuz. (Şekil-4) Önce bu sistemin şekline bir
bakalım, sonra detaylarına ve sonra da sistem açıklarını, çevresel
sürdürülebilirliği düşünmemizi sağlayan sistemin açıklarıyla karşılaştıralım.
Şekil-4
1)
Yetkeci Yönetim / Yönetici Davranışı
Otokratiktir yani yönetici tüm
yetkileri elinde toplar. Yönetmenin verdiği buyruklar astlarca koşulsuz yerine
getirilir.Yönetsel gücün kaynağı; yasalar ve makamdır. Yönetici üstün adamdır. Ödül
ceza sistemi uygulanır ve itaatsizlik durumunda en ağır ceza verilir. Yakından
ve sıkı denetim mevcuttur.
Sistemin açığı:
İnsan ilişkilerinin gerektirdiği dengeli düzeydeki ilgi, dostluk, ‘biz’ olmak
anlayışı ve güven bu tarz bir yönetim anlayışıyla sağlanamaz. Bu da sistem
içindeki insan faktörünün ve ihtiyaçların bir kısmının yok sayılması anlamına
gelir ki; bu bizleri eşyaların hikayesinde bahsettiğimiz sistemin ilk adımındaki
açıkla neredeyse aynı sonuca ulaştırır. Ayrıca okulun hiyerarşik yapısı daha az basamaklı ve esnek kurallara sahip
olmalıdır. Yöneticiyi bu kadar yetkilendirmek ve üst kademeye çıkarmak okul
gibi kurumlarda akıl işi değildir. (Şekil-5)
Şekil-5
2)
Koruyucu Yönetim / Yönetici Davranışı
İnsan İlişkileri Kuramı’nın ürünüdür.
Çalışanın yaptığı işten doyum elde etmesi sağlanmaya çalışılır. Çalışan düş
kırıklığı, zorlanma ve kavgacı tutumdan sıyrılıp güvene kavuşturulur. Çalışanın
gerilimsiz, bunalımsız bir ortamda çalışması için gereken ortam yaratılır. “Çalışanlara
hak ettikleri ekonomik yararlar sağlanırsa, çalışanda kendisini örgüte adayacaktır”
anlayışı vardır.
Sistemin açığı:
Bu yönetim sistemi insan faktörü açısından sıkıntısızmış gibi gözükse de
buradaki açık bu uygulamanın ‘çalışanlara hak ettikleri ekonomik yararlar
sağlanırsa’ kısmının gerçekleşmesinin bir hayal olması. Türkiye şartlarında
devlet okullarında öğretmenlerin hak ettikleri maaşa kavuşmasının imkansızlığını
tartışmaya açmak bile saçma olur bu noktada. Hatta o öğretmenle şanslı bile
sayılırlar çünkü mezun olup senelerce atama bekleyen ama bir türlü atanamayan
öğretmenlerin sayısı da her geçen gün artmaktadır. Eşyaların hikayesinde
bahsedilen sistemin son etabındaki sonuçlarla aynı sonucu veriyor bu etap.
Orada tüm çöplerin sağlıklı biçimde yakılması bir hayalken ve gerçekler küresel
ısınmaya sebep olurken; burada çalışanların hak ettikleri parayı almaları hayal
olup ‘umutsuzluğa çöküş’ sorununa sebep oluyor. (Soruna bu adı ben verdim.) (Şekil-6)
Şekil-6
3)
Destekçi Yönetim/Yönetici Davranışı
Liderlik araştırmalarına dayalı olarak
1940’larda geliştirilmiştir. Bu yönetim biçimine göre yönetimin temel görevi, çalışanlarını
desteklemektir. Eğer öğretmenler ve diğer çalışanlar kendilerine değer verildiğini,
önemsendiklerini hissederlerse okulun amaçları için daha sıkı çalışırlar. Bu
nedenle çalışanların özgeçmişleri, beklentileri, deneyimleri ve sahip olduğu
değerleri iyi tanınır ve buna uygun davranış gösterilir. (Şekil-7) Yönetici öğretmenlerin verimliliklerini artırmak için
destek olur.
Şekil-7
Sistemin açığı:
Burada müdürün amacı insanları birleştirip ‘ahenklileştirerek’, çalışma durumuna
sokmak gibi gözüküyor. Fakat bu ahenklileştirmek kelimesi benim düşüncelerime
biraz ‘olduğundan fazla yüceltme’ anlamı sokuyor ki bu bir süre olumlu sonuçlar
doğuruyormuş gibi gözükse de sonradan patlayacak, krize sürüklenecek bir
sistemdir. Burada çalışanların ve yöneticelerin kendilerini en iyi şekilde
tanımaları ve bilmeleri önemli şartlardandır.
Bu sistem uygulanırken gerekli şartlar sağlanır ise tehlikesiz bir
çalışma ortamı yaratılabilir. Bu şartlar; adalet, saydamlık, dengeli düzeyde
ilgi ve çift taraflı empatidir.
4)
Birlikçi Yönetim/Yönetici Davranışı
Meslek ve bilim insanlarının
çalıştığı örgütlerde görülen ve son yıllarda bu tür örgütlerde yayılan bir
yönetim biçimidir. Astların yeterliklerine güvenen, onların özgürce işlerini yürütebilecekleri
ortamı hazırlayan kişidir. Yüksek düzeyde uzmanlaşmış personel çalıştıran örgütlerde
bu çalışanların yaratıcılıklarından üst düzeyde yararlanabilmek için göreli bir
özerklik sağlanır. Astlara örgütte uyulacak kuralları koyma hakkı tanınır.
Takım çalışmasına dayanır. Üst yönetimin görevi, çalışanlara gereksinim
duydukları çalışma ortamını hazırlamaktır. Çalışanların kendini yönetmek ve
denetlemekte yetkin, sorumluluk alma konusunda istekli olması beklenir.
Sistemin açığı: Bu
sistem gerçekten de bir insanın hayal edip bir kuruluşun uygulamaya
geçirebileceği en ideal sistem olarak adlandırılmaya adaydır.
Burada çıkabilecek bir
sorun vardır ki, eğer bu sorun çıkar ise bu sistem bu sorunun ardından aynı
şekilde işlemeye devam edemez. Bu sorunun
kökeni elbetteki Hükümetler. Bildiğimiz gibi hükümetin atadığı müdürler için
‘sorumluluk’ kavramı ‘yetkiyi kullanma zorunluluğu’ anlamına geliyor. Yani bu
bahsettiğimiz sistem işlerken hükümetten müdüre bir yazı gelir de, kendini
yöneten ve denetleyen çalışanların istekleri dışında bir uygulama dayatılır ve
müdür de burada insiyatif kullanırsa, bu sistem tekrar düzgün olarak işlemez.
İşler tersine döner. Maalesef ki bu sistemin açığı da bu noktası.
Bahsettiğim ilk sistemde hükümetlerin
şirketlerin yanında yer aldığını fakat aslında halkın yanında yer alması
gerektiğini söylemiştim. Hükümetler halkın çıkarlarını korumalı. Halkın
sorunlarını çözmek için uğraşmalı; şirketlerin değil, demiştim. Okul
yönetimiyle alakalı çizdiğimiz sistemler bütününde de aynı etkiyle
karşılaşıyoruz. Burada hükümet öğrencinin ve öğretmenin; yani halkın çıkarını
değil, kendi çıkarlarını koruyor. Öncelikle bu sorunun çözülmesi lazım.
Okul yönetiminde kullanılması gereken
sistem ne diye sorarsanız da benim fikrim bu anlattığım dört sistemin
birleşiminin yapıldığı bir sistem olmalı. Okul müdürleri gerçekten liderlik
özellikleri taşımalı. Yeri geldiğinde elinde bulundurduğu her çeşit gücü (ödül
gücü, yasal güç, referans gücü, uzman gücü vb.)* kullanmalı fakat ‘insan’
ihtiyaçlarını, ‘insan’ haysiyetini de unutmamalı. Yetkisini olabildiğince
birleştirici amaçlar için kullanmalı. Amacı birleştiricilik olan bir müdürün,
kendi gücünün amaca götüren bir araç olduğunun farkında olacağını bilerek
kuruyorum bu cümleleri. Müdür aynı zamanda yapıyı da kurmalı. İlişkileri
düzenlemeli ve diğerleri ile
dostça, güvene dayalı, saygılı ve samimi ilişkiler geliştirmeli.
Yani kısacası; başta çizdiğimiz doğrusal sistem dairesel olmalı diyorum tıpkı
eşyaların hikayesinde anlattığım gibi. (Şekil-8)
Bu dört sistem birbirinin içinden işlemeli, geçişli olmalı.
Şekil-8
*(Gücün Kaynakları
Ödül Gücü: İstenen davranışları gösteren
çalışanları, yöneticinin
ödüllendirmesidir.
Baskı gücü: Çalışanların istenmeyen
davranışlarını, yöneticinin cezalandırma
yetkisidir. Örn. Çalışanları azarlamak,
sıkı denetim yapmak.
Yasal güç: Yöneticinin çalışanların
davranışlarını yalnızca yasal
yetkilerinden güç alarak etkilemesidir.
Referans gücü: Yöneticinin, sıra dışı kişiliği ve
güçlü iletişim becerileri ile
çalışanların davranışlarını isteyerek ve kendisini onunla özdeşleştirerek etkileyebilmesidir.
Uzman gücü: Yöneticinin sahip olduğu uzmanlık
bilgi ve becerisinden kaynaklanan
etkileme becerisidir.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)